20 Ekim 2012 Cumartesi

Milenyum Sonrası Galatasaray ve Şampiyonlar Ligi

Aradan geçen birkaç kötü sezonun ardından nihayet Galatasarayımız hakettiği seviye olan Şampiyonlar Ligi'nde mücadele ediyor. Milenyum diye tabir ettiğimiz 2000'li yılların başında gelen ve "Galatasaray Ruhu" diye isimlendirdiğimiz başarılar malesef dönemin yönetimi tarafından gerektiği kadar iyi yönetilip,değerlendirilemedi ve gelen başarılar sürekliliğe dönüştürülemeden bulunulan seviyeden de adım adım aşağıya doğru inişler meydana geldi. Galatasaray, Uefa Kupası alındıktan sonra 2004 yılına kadar grup aşamalarında bir üst grupla çeyrek final arasında mücadele etsede, başarılardan gelen kazançların elden uçup gitmesiyle meydana gelen mali sıkıntılar, 2005 ve sonrası dönemde yapılan oyuncu ve idari kadro transferlerindeki hayal kırıklıklıları Şampiyonlar Ligine katılmayı bile mumla arar hale getirmekle kalmamış; aynı zamanda Türkiye Süper Liginde de şampiyon olmayı bir seviye daha zor hale getirmiştir. Adım adım yaşanan bu düşüş Türkiye'nin en köklü camiasının futbol takımının 2010-2011 Türkiye Süper Lig sezonunu 8. olarak bitmesiyle sonuçlanmış ve artık sadece futbol kulübü değil spor kulübünün tamamında birtakım değişikliklerin olmasına ortam hazırlamıştır. 2011-2012 sezonu öncesinde Adnan Polat'tan boşalan başkanlık koltuğuna Ünal Aysal'ın seçilmesi ve Teknik direktörlüğe de Fatih Terim'in getirilmesiyle Futbol Takımı adeta yoktan varedilmiş ve sezonu şampiyon olarak tamamlayarak Şampiyonlar Ligine doğrudan katılma hakkını elde etmiştir.
Seneler sonra bu kadar yüksek seviyede bir turnuvaya katılmanın vermiş olduğu dezavantajla Galatasaray henüz ilk 2 maçından da puan çıkartamasa da oynadığı umut verici oyun ve oyuncuların çoğunun yeni yeni Şampiyonlar Ligi tecrübesini edinmeleriyle herkesin güvenini boşa çıkartmayacak ve bu gruptaki takımlar arasındaki gücünün çok daha fazla olacağını önümüzdeki maçlarda kuşkusuz gösterecektir. Ancak şunu açıkça belirtmek gerekir ki, Galatasaray Spor Kulübündeki idari yapılanma ve uygulamakta olduğu politikalar bu kulübün hedeflerinin Avrupa'nın en iyi 10 kulübünden biri olmasına emin adımlarla ilerlediğinin en temel göstergesidir. İzleyin ve görün...

11 Ekim 2012 Perşembe

Tüketim Canavarı Türkiye ve Riskleri

Sevgili bloggerlar, İlk blogumu aslında daha manidar bir konu ve başlıkla yazmak isterdim ancak hem yazı yazmada olan tecrübesizliğim, hem de yapmış olduğum gereksiz stresten dolayı blog-yayın hayatıma aklıma en yatkın olan, başka boyutlara çekilmesi kolay bir konuyla başlama kararını vermiş bulunmaktayım; hayırlara vesile olmasını diler sizlerin beğeneceği yazılar yazacağımı ümit ederim... Tüketim... Kaynaklarda faydalı mal ve hizmetlerin insanların ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kullanılması diye geçsede ülkemizde bu kadar basit bir şekilde ihtiyaçlarımızı karşılıyor muyuz dersiniz? Hiç sanmıyorum! Aksine çok çok daha kolay bir şekilde ihtiyaçlar dünyası yaratıp bunları pek çok ıvır zıvırla doldurmaya çalışıyoruz. 21.Yüzyıl Türkiyesi'nde maalesef herkesin cebinde değil bir tane, 2, hatta 3 tane cep telefonu kullanıyor olması ve son 2 senedir akıllı android işlemcili telefonların piyasaya çıkmasıyla inanılmaz bir tüketim çılgınlığı oluşması insanların ne kadar aç bir şekilde saldırdıklarına çok güzel bir ispattır. Şimdi içinizden diyor olabilirsiniz zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış diye, ancak şöyle bir şey var ki Türkiye bu kadar mı zengin be kardeşim bunun internet paketi var, kullanılsın veya kullanılmasın 3G kampanyalı paketlerı var ve akıllı telefonları kullananlar bunlara da ayrıca bir ücret ödüyor. İşin en çarpıcı kısmı yapılan araştırmalarda Türkiye'de insanların en çok satın almaya değer verdikleri eşyalar temel gıda ve barınma ihtiyaçlarından bile önce olarak en kral cep telefonuna sahip olmakmış. Yani etrafa hava basmak, zaten gazla çalışan bir milletiz çok şaşırmamak gerek. Keşke örnekler sadece yukarıda verdiğimle sınırlı kalsaydı ancak benzeri bir sürü örnek vermek mümkün, yalnız ben örnekler kümesi oluşturmaktansa daha çok bunun sebeplerini irdelemekten yanayım... Tüketim çılgınlığı dediğimiz öğeyi kronolojik olarak inceleyecek olursak 18.Yüzyılın ortalarında İngiltere'de başlayan Sanayi Devrimi'nin günümüzün en önemli mihenk taşı konumundadır ki, bu durum 5-10 yıllık bir süreç değil neredeyse 20.Yüzyılın başlarına kadar sürmüş, el yapımı üretimin yerini daha teknolojik seri üretim biçimi almış ve böylece daha kısa zamanda daha çok ürün üretilerek ihtiyaç fazlası oluşturulmuştur. Bu oluşturulan ihtiyaç fazlası mallar yerel pazarlardan ticaret yoluyla dış pazarlara doğru ihraç edilmiş ve böylece küresel sermayeci ekonomi dediğimiz kapitalizm meydana getirilmiştir. Fakat, Sanayi Devrimiyle bilimde ve teknolojide gelişen ülkelerin birbirlerini kendi çıkarlarına muhalif görmelerinden dolayı 2 Dünya Savaşı meydana gelmiş ve galipleri sadece sınırlarını genişletmemiş, yeni dünya düzenini de oluşturmaya hak kazanmışlardır. Günümüzde Kapitalizm dediğimiz daha çok satmaya yani tükettirtmeye yönelik olan bu ekonomik sistem tabiki de İngiltere'nin ve İngiliz sistemiyle kurulmuş Amerika'nın yasa/teorilerinden başka bir şey değildir. Gelelim Türkiye'ye; ne alaka dediğinizi duyar gibiyim? Şimdi etrafınıza bir bakın lütfen kullandığınız eşyaların ne kadarı Türk markası ve bu kullanmış olduğunuz yerel ürünlerin değeri, yabancı ürünlerin ne kadarını oluşturuyor dersiniz? Elalem aya çıktı marsa insansız araçlar gönderiyor, bizler daha kendi otomobilimizi dünya standartarının ortalamasına yaklaştırmış bile değiliz. Deniliyor ki, Türkiye kendi arabasını yapacak birikime sahip... Neden yapmıyoruz o zaman? Hala mı dışarıdan satın almak daha karlı, ne dışarıymış be kardeşim bugün-yarın üret zararlı çık ertesi yıl ve sonrasında sende kar et, masraflarının cok üstünde paralar kazan ülkemizin güzel insanları kazansınlar. Malesef kendimizi şişirdiğimiz kadar, diğer ülkeleri de çok fazla gözümüzde büyütmekten bir türlü kurtulamadık, bu yüzyılların ezikliğini bir şekilde üstümüzden atıp başkası yapmıyorsa ben yapmalıyım anlayışına geçmeliyiz almalıyım değil ya da gavurlar yapar Türklerden birşey çıkmaz anlayışını örtbas etmeliyiz ve pratikte de uygulamalıyız!
Artık sadece İstanbul'da değil, Anadolu'nun hangi köşesine gidersek gidelim istediğimiz/ihtiyacımız olan ürünü artık gözümüz kapalı bile bulabiliyoruz. Tabii bu kadar kolay erişim olunca bunun yanında bazı problemler de doğmaz mı? Türk insanının artık DNA'sına mı işlemiştir bilemem ancak her yeni gördüğümüzü iyi midir, faydalı mıdır, kendim için en gerekli ürün müdür diye düşünmeden KREDİ KARTLARINDAKİ vadeli(taksitli) ödeme sistemiyle almamız ve bugun hemen herkeste kendi egosunu tatmin etme, mutlu etme alışkanlığına dönüşmüş olacak ki evimizde bir tek Jetgillerdeki hizmetçi robot eksik kaldı. Ben bunu bir hastalık olarak görüyorum, çünkü bir diğer önemli konu burada kazandığımız değil kazanacağımız parayı harcıyor olmamızdır. Yani insanlar çalışarak para kazanmış olmuyor, borçlarını azaltmış oluyorlar ki kapitalizmde tam olarak böyle insanların boyunlarına tasmayı geçirmek ve kontrol etmek istiyor, nitekim bunu da başarıyor. Türkiye gibi gelişmekte olan 3.dünya ülkeleri için bankalarda bir nevi hayali paralarla al-sat işlemlerini yapıyorlar ancak bu balon Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de de daha fazla şişerse patlaması içten bile olmaz çünkü şunu göz önünde bulundurmalıyız ki bugün bütün dünyada daha da büyüyecek bir küresel kriz var ve Türkiye sadece günü kurtarma ekonomi politikalarıyla insanların en azından tasarruf ve birikim yapma olanaklarını insanlardan saklamak yerine onları bilgilendirmeye yönelik politikalar yaratmalıdır.